Hepimizin malumu 6 Şubat Depremleri ardından 2 yıl geçti. Neler oldu şeklinde hatırlatmaya gerek yok çünkü hepimizin aklına yıldönümlerinde çarpacak, bazı zamanlarda haberlerde görünce içimizde buruk ışıklar yakacak kadar yeni. Bu yazıyı bir şekilde parçası olmuş benim gözümden olanların bir anı sayfası olarak planladım.
6 Şubat 2023 günü öğlen saatlerine kadar olan kısmı çok net hatırlıyorum. Türkiye içeresinde depremin merkez üssüne olabilecek en uzak yerlerden birinde çalışıyorum. İşe gitmeden bakkala uğradım, deprem olduğuna dair haberleri görüp önemsemedim, en fazla 5-6 binanın yıkıldığı, küçük bir deprem olarak tahayyül ettim. Her gün yüzlerce küçük, her ay onlarca orta boyutlu ve birkaç yılda bir büyük depremlerin olduğu ülkemde, orta boyutlu bir depremin yıkacağı 5-6 binanın, göçük altında kalacağı birkaç on insan beynime kazınmasından önce işe gitmem gerektiğini düşündüğümü, iş yerinde halletmem gereken işler olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. İşe gidip öğlen saati yaklaşana kadar gündemden uzak bir şekilde çalıştım.
İkinci depremden önce miydi sonra mıydı tam hatırlamamakla birlikte Hatay Büyükşehir Belediye Başkanının durumumuz çok kötü, binlerce bina yıkık gibi bir açıklamasını duyduğumu hatırlıyorum. Hatta bir iş arkadaşım odadaydı, binlerce binanın yıkık olmasının saçma olduğunu, abarttığı gibi şeyler söyledim. Sayılarla aram fena değildir, kafamdan küçük bir hesap yapmıştım, binlerce bina, her binada ortalama en az beş kişi olsa on binlerce göçük altında insan. Gerçekten çok uzak gelmişti ki gerçekten, gerçeğin çok daha kötü olduğunu öğrenene kadar.
Şunları unutmayalım, hükümet ve devlet bilinçli olarak deprem bölgesinden gelen haberlerin önüne set koydu, ne olduğunu bilinçli bir şekilde geç anlamamız istendi. Hani filmlerde olur ya halktan saklanır uzaylı istilası, onun gibi ancak depremin üçüncü gününde gerçek görüntüler zihnimizde yer edindi. Bir çok iddia atıldı, Hatay’a yardımın gitmediği, insanların kürek kazma bulamayıp elleri ile enkazların ardından insanlar çıkardığı, şehrin girişinde yardım konvoyların durdurulduğu vesaire. Ayrıca bu haberlerin içeriğinde gelen yardımların hükümet tarafından da bilinçli olarak engellendiği ile ilgili sezdirimler olduğunu hatırlıyorum. Hala cehenneme giden yolların iyi niyet taşları ile döşeli olduğuna inanıyorum, yine bu haberlere olaydan uzak insanlarca atılmış kötücül abartmalar olarak yaklaştığımı hatırlıyorum.
Depremin ikinci haftasında Hatay’a çalıştığım kurumla gönüllü olarak gittim. Hatay’ın girişinde bir kurum binasında konaklıyorduk, artık ikinci hafta olması da itibariyle neyle karşılayacağımızı az çok tahmin edebiliyorduk, işim gereği gördüğüm şeyleri yadırgamam, orada da yadırgamayıp hemen çalışmaya koyuldum. Bir psikologa çok az ihtiyaç vardı, zaten yaptığımız şey psikolojik ilk yardım da değildi. Sadece insanları, onlarla daha düzgün iletişim kurarak yönlendirmekti. Yapabildiğimiz sadece buydu. İhtiyaçların tespiti ve yönlendirme, tabi sonrasında ne olduğunu bilemiyorsun, sadece bir parça yardım etmiş olduğunu hissedebiliyorsun.
Şunu net hatırlıyorum ki bunu açıkca akran desteği ortamında da gördük, ben ve benim gibi oraya gönüllü gelmiş kamu çalışanların hepsi devletin bir parçası olarak orada bulunmaktan utanç duyuyordu, sanıyorum hepimizin dönünce yapacak başka bir iş bulma ile ilgili kızgınlıkla yeşermiş düşüncüleri vardı. Çünkü bahsi geçen her kötücül şeyin gerçekten yaşanmış olduğunu birincil ağızlardan duymuştuk.
Aynı bakanlık altında çalıştığımız deprem mağduru bir psikoloğu unutamıyorum, kendisini anlatırken “Ben milliyetçi büyüdüm, abim polis memuruydu, devlete hizmet ettik.” şeklinde söylemlerle başlayıp, artık devletten nasıl nefret ettiğini anlatıyordu. Hayatımda gördüğüm birkaç göz var, aklıma kazınmış, birisi anneleri şizofren amcaları tarafından önünde öldürülmüş iki çocuğun gözü, onda annelerin boşluğunu, o iki çift gözde annelerin boşluğunu gördüğüme adım gibi eminim, diğeri de bütün duyguları silinmiş depremzede meslektaşımın gözü. Gözlerinde hala enkazın ağırlığı, muhtemelen kulaklarında o ağırlığın altında yardım isteyen çığlıklar vardı.
Biz henüz oradayken arama kurtarma çalışmalarının tamamlandığı ile ilgili övünç dolu bir açıklama geldi, biz henüz oradayken bu açıklamalar televizyonda yankılanırken enkaz altından canlı bedenler çıkıyordu. Hoş çıksa bile on beş gündür enkaz altında kalan bir bedenin ışıkta daha fazla canlı kalamadığı, hayata tutunamadığını da orada öğrendim. Elimden geldiğince insanlara yardım etmeye çalıştım, çadır alanında olmayan kronik hastaların ilaçlarını taşıdım, insanları ihtiyaçları olan kurumlarla buluşmasına yardım ettim, yapabildiğim kadar rehberlik sağladım, çocuklarla ilgilendim, yetişkinlere psikolojik destek vermeye çalıştım… İnsanların en büyük ihtiyacı çadırdı, çadır ihtiyaçlarını not alıyor bildiriyorduk. İnsanlara yaşanan depremin büyüklüğünden ötürü çadır olmadığını, ancak tedarik edildiğinde kendilerine verileceğini söylüyorduk. Biz oradayken 20 Şubat Hatay depremi yaşandı, gece hemen çalıştığım çadır alanına gitmek için ekibi ikna ettim. Biz çadır alanına indiğimizde nispeten insanlar sakinleşmişti. Daha çok köylerden gelip, çadır isteyenler vardı.
Bu arada AFAD’ın ne kadar rezil bir kurum olduğunu anlatmadan geçmek olmaz, her çadır alanında AFAD çadırı bulunuyordu. Burada gönüllü üniversite öğrencileri var, ancak sanıyorum ki kaotik durumdan, muhtemelen normal hayatta tatlı, iyi, insanlar olacakken orada mağdurları azarlayan gaddarlara dönüşmüşlerdi. Gerçekten kim AFAD çalışanı, kim gönüllü, kim sorumlu kesinlikle bulamıyorsunuz. Bütün kurum kendi halinde, sonradan fark ettim ki gerçek AFAD çalışanları fesli sakallı, bu da memur olsun diye alınmış beş para etmez adamlar. Deneyimsiz gönüllü öğrencilere bereket okutur.
Hatay depremi yaşandıktan sonra bulunduğum alanın köy garajı olmasından da ötürü köylerden insanlar gelip çadır istemeye başladılar. AFAD çalışanları ve gönülleri insanlar ile konuşamadığından onları ben genellikle ben yönlendiriyordum. 6 Şubat depreminden sonra insanlar evlerine girmeye başlamışlardı ta ki ikinci deprem onları vurana kadar. Bütün travmaların tekrar tetiklendiği o gece çadır alanına gelemeyen insanlar, aileleri için, hastaları için çocukları için çadır yalvarıyordu. Sadece sakinleştirmeye çalışıyordum. O gece bir sürü arama yaptım, insanların durumlarını anlattım ve ben de ulaşabildiğim herkesten çadır dilendim. Sabah saat 9 gibi bulunduğum alana bir tır dolusu çadır geldi, İsveç’ten gönderilmiş yüksek kalite çadırlar.. Şoförle konuştuğumda bir haftadır Mersin’de bekletildiğini öğrendim, sinirlendim ama çadırlar dağıtılmaya başlanmış olması en azından biraz içime su serpiyordu. Eşyaları toplamak için tekrar normalde konakladığımız yere dönüp geri geldiğimde yine insanların çadır olmadığı gerekcesiyle geri gönderildiğini gördüm. Daha sabah gelmiş olan bir tır dolusu çadırın bittiği söyleniyordu. Sonra birisi askerin el koyduğunu iletti. Bir hışımla askeri alana girip, içeri baktığımda yüzlerce AFAD çadırının ve İsveç’ten gelen çadırların orada yığılı beklediğini gördüm.
Komutanla görüştüm bu görüşmeyi anlatabilecek sinir yok bende, gevşek gevşek konuşuyordu, “Çadır istiyorlarsa çadır alanında boş yer var.”. Yine nefret ettim parçası olduğum devletten, o gün gördüğüm herkese, konuştuğum herkese asker tarafından çadırlara el konulduğu, suç işlendiği, dağıtılmak üzere bağışlanmış çadırların keyfi bir şekilde insanlara verilmediğini bahsettim, durumu tutanaklaştırdım, kayıt altına aldırdım. Bütün whatsapp gruplarına yaydım. Elimden ancak bu geliyordu, sanıyorum benzer birçok çalışanın nefretini görmüş olacaklar ki olağanüstü hal yönetimi diğer gün çadır dağıtmaya başladı. Bireylere çadır vermeme kararını kaldırdılar. O çadırlar bir gece alandan çıktı sonra kimlere gitti bilmiyorum. Ancak artık o yalan olduğunu düşündüğüm abartılı olduğunu düşündüğüm, o kadar da olmaz, o kadar da kötücül değil dediğimiz haberlere inanıyordum, çadırların birinin elinden öbürünün cebine satıldığı ile ilgili haberler de birkaç gün içinde ayyuka çıktı.
Bizim millet olarak şöyle bir övüncümüz vardır, tamam deriz planlı programlı bir millet değiliz, ama iş başa düştüğünde birden pratik bir şeyler yapmakta, organize olmakta üstümüze yoktur. Tam bir yalan! Bizim millet olarak en iyi yaptığımız şey sadece sefalete katlanmak. Depremin birinci senesinde yine Hatay’a gittim, nispeten Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının fiziki durumu iyiydi. Suriyeli göçmenler ise kimsenin umurunda değildi. Ben oradayken, Suriyelilerin kaldığı çadır alanında bir çocuk, orada çalışma yapanların açtığı çukura düşüp öldü, üstü örtüldü, kimsenin sesi çıkmadı. Türkiyeliler için de iyi dediğime de bakmayın, konteyner kentler norm olmuş, depremin üstünden bir yıl değil de sanırsın birkaç ay geçmiş, yalnızca bir stabil ortam sağlanmış. Sanıyorum hala binlerce insan konteynerlarda yaşamaya devam ediyor. Bugün ikinci yılı depremin, deprem bahanesiyle insanların özel mülklerine çökmüş bir devlet var bugün, rezerv alan bahanesiyle arsalara konmuş, tarım ve orman arazilerini talan etmiş bir devlet var bugün. Bugün devlet depremzedelere ev satmakta, hem de kurayla. Ev satma olayını anlamayanlar için söyleyim, biz vergi veriyoruz devlet buna benzer durumlarda ev, okul, hastane yapsın diye. Sonra vergimizle yapılan evleri geri bize satıyor devletimiz mütahitlerimiz zengin olsun diye. Depemzedeye ev satmak fahiş ücretli geçiş garantili otoyollarımız gibi anlayacağınız.

Deprem alanında gördüğüm acıları tarif etmem çok zor, bana anlatılan hikayeleri yeniden anlatmam çok zor. Bu yüzden ben sadece deneyimlediğim küçük bir alanı paylaşmaya çalıştım. Depremi unutmadık demek zor, unuttuk, her gün unutuyoruz. Büyük bir depremde yine aynı şeyleri yaşayacağımızı az çok tahmin ediyoruz. Daha önce de biliyorduk, aslında hükümete ya da devlete depremde yıkılan binalar için kızmıyorum, hepimiz biliyoruz yine binlerce binanın yıkılacağını, bu depremden önce de biliyorduk. Ancak biz depremden sonra zafiyetlerini gizlemek için kötülük yapacak insanların olacağını bilmiyorduk! Bunu tahmin edemezdik, buna kızıyorum.
Depremle ilgili birçok yazı yazılmalı, yazılıyor. Resimler çizmeli, belgeseller hazırlanmalı. Hafızamızı diriltmeliyiz sürekli, yoksa anılar kara bir boşluğa, rahatsız edici bir yıkıntıya dönüşüyor aynı deprem gibi. Kahramanmaraş Elektrik Mühendisleri Odası gibi simgesel yerler müze haline getirilebilir belki, acıların gözden uzak olmasını isteyenlere inat, acılar mağdurlarının kalbinde olduğu kadar hepimizin yüreğinde çınlamaya devam etmeli. Yoksa kim biliyor şu an depremde kaybedilen hayat sayısını? Kim sorguluyor resmi rakamları? Mütahitlere peşkeş çekilmiş deprem mağdurların şu anki durumu yıldönümü olmasa umurumuzda mı? Yine aynı şekilde yapılıp yapılmadığını nereden biliyoruz binaların? Kimler cezaevinde deprem ile ilgili, davalar ne durumda? Takip ediyor muyuz? Sanmıyorum. Ülke günden güne boğarken bizi, hafıza nöronlarımız ölüyor buna deprem istisna değil.