“Çoğunluğun sizin kadar iyi olması bir yerlerde mutlak iyiliğin olması kadar önemli değildir çünkü bu iyilik bütün öbeği mayalayacaktır. İlke olarak köleliğe ve savaşa karşı olduğu halde bunlara bir son vermek için hiçbir şey yapmayan; kendilerini Washington ve Franklin’in çocukları olarak gördükleri halde ne yapacaklarını bilmediklerini söyleyerek hiçbir şey yapmadan elleri ceplerinde oturan; hatta serbest ticaret meselesini özgürlük meselesinin önüne koyup, akşam yemeği üzerine sakin sakin cari fiyatları ve Meksika’dan gelen son haberleri okuduktan sonra bunları düşünerek uyuyakalabilen binlerce insan var. Dürüst bir insanın ve vatanseverin cari fiyatı nedir? Bu kişiler tereddüt eder, pişman olur, kimi zaman da dilekçe verirler ama dişe dokunur hiçbir şey yapmazlar. Belki artık pişmanlık duymalarına gerek kalmaz diye tüm iyi niyetleriyle birilerinin gelip kötülüğü kaldırmasını beklerler. En fazla ucuz bir oy verip yanlarından geçip giden haklılara yarım ağızla selamet dilerler.”
Sivil İtaatsizlik (Civil Disobedience), Henry David Thoreau tarafından 1848 yılında yazılan bir makaledir. Thoreau aslında metne konu olan düşüncülerini, doğduğu şehir olan Concord (Massachusetts)’de ders olarak vermektedir. 1840’larda Massachusetts’in de içinde bulunduğu New England’ta kölelik ve Meksika Savaşının patlak vermesiyle Thorau kölelik ve savaş karşıtlığı ile dikkat çekmiş, aslında halihazırda 4 yıldır ödemediği vergiler sebebiyle hapse atılmıştır. Arkadaşı tarafından gıyabında borcu ödenerek bir gecelik hapis serüveni sonlanmıştır.
Henry David Thoreau 1817 ile 1862 yılları arasında yaşamış, doğacılığı savunan şair, filozoftur. Henry David Thorau’nun en bilindik kitabı Walden’i bu senenin ortalarına doğru okudum. Kitapta kendisinin Walden gölünün yanında hemen hemen tamamen kendi imkanlarıyla iki yıl boyunca olabildiğine basit, sade ve doğal bir yaşam sürüşünü anlatıyor. İnsanın yaşamını sürdürmek için kendinden başka herhangi bir şeye ihtiyacının olmadığını deneyimleyerek anlatıyor diyebiliriz. Oldukça da detaylı anlatmış: ekonomik olarak geçimini nasıl sürdürdüğünü, yaşadığın yerin bir coğrafyacı gibi özelliklerini, bu süreçte neler okuduğunu, günlük aktivitelerini nasıl düzenlediğini, hayatta kalmak için neler yaptığını… Bunların hepsini oldukça somut, hatta sıkıcı denebilecek bir biçimde anlatmıştır. En azından, mermer fayans banyolara alışkanlıktan mıdır bilmem, benim okuma deneyimimde çok sıkıldım. Ancak sivil itaatsizlik kitabı, yazarın daha soyut bir düzlemde fikirlerini tartışıyor oluşundan olsa gerek okuması oldukça keyifliydi. Üzerine düşündüğüm, otoriter hükümetin diktatör yarattığı ülkemde üstüne konuşmak istediğim bir eser. Bu eser benim nezdim haricinde de yine yazarın yaşadığı dönem itibariyle nispeten erken dönem bir anarşist fikir oluşturması bakımından önemlidir. Yine de Thoreau’nun devleti işlevsel bir alet olarak benimsemiş olması, insan doğasına inanan bir yapıda anarko-liberale yakın bir görüş benimsemesi bakımından çok Amerikancı bir yerde olduğu söylenebilir. Amerikalılar tarafından da kendisinin konumlandırıldığı yer bu bakımdan sadece transandantalizm felsefenin bir parçası olmasından, yani yurttaşlıktan öte bir yerde olarak düşünülebilir. Hakkını yememek adına bir çok sivil eylemin ya da dönüşümün, devrimin içine tomurcuklar ektiğini de belirtmek isterim.
Gelelim bizi ilgilendiren kısmına, ya da bizi ilgilendirdiğini ilk hissettiğim kısma. Şöyle diyor Thoreau: “Doğru olana oy vermek bile o doğru için hiçbir şey yapmamaktır. Sadece insanlara yarım ağızla doğrunun kazanmasını arzu ettiğini söylemektir. Akıllı insan doğruyu tesadüflerin insafına bırakmadığı gibi, doğrunun çoğunluğun iradesiyle galip gelmesini de istemez. Çoğunluk günü gelip de köleliğin kaldırılması için oy verirse, bunu ya kölelik umurlarında olmadığı için ya da artık ortada oylarıyla değiştirebilecekleri bir kölelik kalmadığı için yapacak. İşte o zaman tek köle onlar olacak. Köleliğin kaldırılmasının hızlanması ancak bu eylemle kendi özgürlüğünü de belirten kişinin oyuyla mümkündür.” Çok tanıdık gelmedi mi? Cumhuriyet vatandaşlarının güncel siyasi durumundan yakınmıyor mu? Ya da demokratikleşme tarihimiz düşünüldüğünde bazı olaylar aklımıza gelmiyor mu? İşte şu anda tek köle bizleriz! Yine ilerleyen sayfalarda şundan bahsediyor: “Bir hükümetin karakterini ve önlemlerini tasvip etmediği halde ona biat edenler hiç şüphesiz o hükümetin en vicdanlı savunucularıdır ve sıklıkla da reformun önünde ciddi engel teşkil ederler.”. Gerçekten de milenyumu otoriter hükümetle geçirmiş olan ülkemizin, en azından bir miktar yaşanır olması için gerekli reformları atmasında en büyük engel sözümona hükümetin karşısında olup da, devlet ile hükümet arasında kafasında bir hayali Bourdieu’cu bir set çekmiş o vicdanlı hükümet karşıtı, devlete zeval gelmesinciler değil midir? “İnsanları haksız yere hapse atan bir yönetimde adil bir insanın ait olduğu yer hapishanedir” der Thoreau. Osman Kavala’nın, Can Atalay’ın, Mücella Yapıcı’nın ve onlar gibi nice isimlerini bilmediğim tutukların durumu bu değil midir? Ya da dersim katliamını, uludere katliamını veyahut celali isyanları hatırlayacak olursak şöyle der Thoreau: “Devlet herkesi hapse atmakla savaştan ve kölelikten vazgeçmek arasında bir seçim yapmak durumunda kalırsa kararına tereddüt etmeden verir. Bu yıl bin kişinin vergisini ödememesi, vergi ödeyip de devleti zulmedebilir ve masumların kanını dökebilir hale getirmek kadar vahşi ve kanlı bir önlem olamaz. Esasen bu barışçıl bir devrimin tanımıdır, eğer böyle bir şey mümkünse.”. Barışçıl bir devrimin mümkün olup olmadığına geri döneceğiz. Ama mümkün değildir! Görüldüğü üzere vergi kaçıran birkaç yüz insanı gözünü kırpmadan öldürmüştür devlet.
Bu yazıda Henry David Thoreau’nun Sivil İtaatsizlik kitabından çok, bu kitapta bahsi geçen sivil itaatsizliğin bugün Türkiyesinde mümkün olup olmadığı hakkında düşünülecektir. Öncelikle Thorreau yaptığı eylemi tekrar hatırlayalım: vergi vermemek. Dolaylı vergiler cenneti olan Türkiye Cumhuriyetinde vergi vermemek için tek çıkar yol ölmekten geçmektedir. Hatta öldüğünüzde bile vergi alan devletimiz, ölümümüzü bile kendine kazançlı bir hale getirmiştir. Bütün fiyatlara gömülü olan dolaylı vergileri ödememe seçeneğimiz bulunmamaktadır. Onlar dükkana geldiği anda vergisiyle beraber raflara dizilmektedir. Ki dolaylı vergiler devletin topladığı vergilerin yüzde altmışını oluşturmaktadır. Bu durumda herhangi bir ekonomik faaliyet gerçekleştirildiğinde vergi ödememenin tek yolu kayıt dışı ekonomiye yönelmektir. Kaçak tütün, sigara, çay gibi ihtiyaç ürünlerinden, esnaf ve zanaatkarla yapacağınız herhangi bir iş kayıt dışı ekonominin bir parçasıdır. Ülke ekonomisinde büyük bir yer tutsa da bu kayıt dışı ekonomi zaten halihazırda dolaylı vergiler ile yine vergilenmektedir. Örneğin eve bir tesisatçı çağırdığımızda, kendisi %18’nden başlayan vergilerle suyunu, doğalgazını, ekmeğini alacağından ötürü zaten size çıkaracağı ücretin üstüne doğrudan düşünmemiş olsa da %18 dolaylı vergiler vergisi koyacaktır. Ya da daha açık bir örnek oluşturması amacıyla diyelim ki bir taşımacılık hizmeti satın aldınız, sözgelimi ev taşıyoruz, fatura kesmediği için vergi indirimi aldığımızı düşünmek oldukça saçmadır, çünkü faaliyetin ana masrafı olan yakıt için katma değer vergisinin yanında Türkiye vatandaşı zaten halihazırda özel tüketim vergisi ödemektedir.
Doğrudan vergilere gelecek olursak: bunların Türkiye Cumhuriyeti sınırları içeresinde ödenmemesi zaten pratikte suç teşkil etmez. Zaten maaşlı çalışan olduğunuz sürece sizin herhangi bir karar almanıza gerek kalmaksızın devletimiz bizim adımıza kendi payını çoktan kendisine pay eder. Bize pay ettiğini de mızmız bir çocuk gibi sonrasında dolaylı vergilerle geri ister. Biraz birikim ve özel mülke sahipseniz ise işler değişir, özel mülk sahibi devletin gözünde köylü değildir artık. O takım elbisesini giymiş, okuma yazmasını bilen ve kendi kararlarını kendi başına alabilme yeterliliği edinmiş, vergisini ödeyebilecek bireylerdir. Mülkiyeti olmayanlar ise kendisine payı verilip, sonrasında verilen payın kullanımı sırasında alınan her nefesten tekrar tekrar yolunan evcil hayvan, bir çeşit çiftlik tavuğundan ibarettir.
Mülkiyet sahipliğinin aşamaları var elbet. Özellikle yeterince zengin ve hükümete yakınsanız, Cumhuriyetin kuruluşundan beri ya da daha öncesinden de düşünmek pek ala mümkündür, sermayenizi kapitalistleştirmek için atacağınız her adımınız için devlet olağanca teşvikle, bütün gücüyle sizi ittirecektir. Allahın yürü ya kulum demesine benzer bir şekilde devletimiz de sermayederlere “Yeter ki halkımı sömür zenginim!” demektedir. Bu aslında kızılacak bir edimden çok anlaşılması gereken bir düşünsel akıştır. Üç büyük imparatorluk gibi basit bir yerden Roma, Osmanlı ve Amerika olmak üzere dünya tarihini indirgemeci bir bakış bağlamında ele aldığımızda, Birleşik Devletlerin kuruluşu ile birlikte daha o gün, o yeni imparatorluğun doğuşu ile, tahtın yeni varisi bebeği ile tanışan ve yeni imparatorluğu gerekli kılıp oluşturan şartları gören Osmanlı Hanedanlığı, ailesi, ya da eliti artık ülke kimin emrindeyse, kendisinin geri kalmışlığını irdelemeye başlamış, tahtını korumaya çalışıp ömrünü uzatmaya çalışan paranoyak bir yaşlı edasıyla bütün yeni ve eski bilgiye hücüm etmiştir.
Yeni ve eski bilgiye yönelik bu saldırı son kertede batının iyi yönlerini alma uzlaşımında son bulmuş görünmektedir. Çatışmalar yer yer devam edip eskiye dönme, türkçülük, muhafazakarlık, islamcılık, şeriatçılık, modernizm, ulusalcılık, komünizm gibi fikirlerle tekrar alevlenmekte, ancak bu kısa süreli çatışmalar, zaten bütün unsurları içeresinde barındıran batının iyi yönleri şiarı karşısında hemen sönmektedir. Batının iyi yönleri argümanı bu ülkede her sosyo-politik, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel grup içeresinde binbir farklı dilde söylenmişçesine farklı tınlar. Ancak gerçek olan şudur ki hem Osmanlı tebaasına çok uzak olan hem de Osmanlı serfine çok yakın olan bir yerden batının iyi yönü fakir halkın, emekçi işçinin ezilip, kapitalin yüceltilmesinin ötesine geçmez. Çünkü batının iyi yönünü alma fikri yüce devletimizi (her ne demekse), tekrar “muasır medeniyetler seviyesine çıkartmak”tır. Sanayi devriminin ardından bunun tek yolu ülkenin kapitalleşmesinden geçtiği de açıktır. Muasır medeniyetlerin seviyesine çıkmanın neden kendinde kötü olduğunu bir yana bırakıp konumuza dönecek olursak; Thoreau tarzında bir vergi ödemeyerek eylemde bulunmak imkansızdır. Dolaylı vergileri ödememe seçeneğimiz bulunmamakta, doğrudan vergileri ödememek ise hükumeti desteklediğimizin açık kanıtıdır.
“Bir insanı öldürecek birini veya silahı satın almak için kullanılmadığı sürece paramın (ki para masumdur) nereye gittiği, izini sürebilecek olsam bile, umurumda değil ama tebaa olarak devlete olan bağlılığımın nelere yol açtığımın izini sürmem gerektiğini, düşünüyorum. Aslında, bu tür durumlarda genellikle olduğu üzere, her ne kadar ondan elimden geldiğince faydalanacak olsam da devlete kendi çağımda savaş ilan ediyorum.” der Thoreau, vergisini ödemeyip hapse girişini de kapsayacak şekilde. Bu topraklarda bunun vergi ödemeyerek yapılmayacağını en azından bir birey halinde tek başına dikkat çekici bir eylem olmadığını konuştuk. Ancak dersim katliamı gibi, uludere katliamı gibi göze çarpan, uçakla üzerine bomba atmaya değecek bir kafa sayısı gerekmektedir.
Peki barışçıl eylem mümkün değil midir bu topraklarda? Gezi direnişinde bir çok güzel örneğini gördük sanıyorum, en akılda kalanlardan bir tanesi duran adam idi. Tam bir sivil itaatsizlik örneği sayılabilir, Gandhi’yi yerle yeksan eder, ancak yeterince yanında durulmamıştır(!). Oysa ülkemizde her 10 Kasım’da bir diktatörün ölümünü kutlamak için bütün ülke durmaktadır. Bu oldukça alışıldık bir eylem olmakla birlikte üzerine düşünülmemiştir, kendinden komik ya da talihsiz ironik olmakla beraber maalesef üzerinde durulmamıştır. Gezi eylemleri örneğinde her ne kadar hükümet terör çığırtkanlığı yapıyor olsa da tarihimizde barışçıl eylem olarak hatırlanacağı, hakkında yazılmış şarkılardan, şiirlerden, yani üretilmiş sanatından bellidir. Yani celali isyanlar gibi haksız bir anımsamaya kurban gitmeyecek, hazır tarihten konu açılmışken hükumetimizin öykünmelerinin de pek beğeneceği şekilde söylemek gerekirse: Gezi eylemleri payidar kalacak, zulüm devrimi yıkılacaktır!.
Henry David Thoreau makalesinde şöyle der:
“Ne de olsa iktidar halkın eline geçtiğinde egemenliğin, hem de uzun süre devam edecek şekilde çoğunluğun eline geçmesine izin verilmesinin pratik nedeni bu çoğunluğun haklı olması veya bu durumun azınlığın gözünde en adil düzen olması değil, çoğunluğun fiziksel olarak daha güçlü olmasıdır.”
Oldukça doğru olmakla beraber çoğunluğun sadece fiziksel kalabalık, kelle sayısı olduğunu düşünmek kapitali göz ardı etmektir. Kapitalin çoğunluğu, parasal gücün çoğunluğuna işaret eder. Para fiziksel gücü satın alır. Parayla satın alınıp yok edilmiş barışçıl eylem örneği olarak Büyüknohutçu çiftini tam burada hatırlamakta fayda var. Antalya Finike’de 9 Mayıs 2017’de öldürüldü /katledildi /öldürtüldü /katlediltildi. Hemen çok az gündemde yer bulup sonrasında unutuldu. Payidarlığın buharlaşmasına bir örnek. Her ne kadar satır arasına sığmayacağını düşünüp başka bir yazıda Büyüknohutçu çiftinine yakışır bir inceleme yapmayı düşünüyorsam da, ne olduğunu kısaca hatırlamak gerekir. Aysin ve Ali Ulvi Büyüknohutçu çifti yaşadıkları çevreye mermer ocağı açılmasına karşı çıktı, bölgede faaliyet sürdürmek isteyen mermer şirketleri tarafından para karşılığı öldürtüldü. Alın size muasır medeniyet örneği. Cinayet zanlısı hapiste intihar ederek cezasından kurtulurken, mermer ocaklarının ise cumhuriyetimizin muasır medeniyetler seviyesine ulaşması yönündeki çalışmaları devam etmekte, ki sanıyorum ki bu yazının yazıldığı tarihte çiftin ölümü ile ilgili herhangi bir suçlu cezalandırılmamaktadır. Benzer bir vaka bulunduğumuz yıl içeresinde Reşit Kibar’ın öldürülmesi ile Artvin Borçka ilçesinde vuku bulmuştur.
Gezi direnişleri sırasında da Berkin Elvan, Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük gibi nicelerinin doğrudan devlet eliyle, ya da devletine düşkün vatandaşlarca öldürülmesi, birkaç ağaç için muasır medeniyetler seviyesine çıkmamızı engelleyen Reşit Kibar, Aysin ve Ali Ulvi Büyüknohutçu gibi isimlerin kapitaller tarafından öldürülmesi göstermektedir ki barışçıl eylemlerden kapital ve hükümet ölümüne korkmaktadır.
Devletin korkusunu anayasada da görmek mümkün. Thoreau da makalesinde şöyle demiş: “Hukukçuların gerçeği Gerçek değil, tutarlılık veya tutarlı bir geçiştiriciliktir. Gerçek daima kendisiyle uyum içeresindedir ve kabahatlerle tutarlılık gösterebilecek olsa da esasen adaletin tecelli etmesiyle ilgilenmez.”. Bahsi geçen tutarlı bir geçiştiriciliğe en güzel örnek sanıyorum ki konu bağlamında Anayasamızın 34. maddesi olacaktır: “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.” gibi özgürlükçü tümce, hemen ardından gelen “Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı ancak, millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve genel ahlâkın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla ve kanunla sınırlanabilir.” tümcesi ile sınırlandırılmıştır. Ne demek: milli güvenlik? kamu düzeni? suç işlenmesi, genel sağlık? genel ahlak? başkaların hak ve özgürlükleri? Ben bütün bunlara karşı olduğum için özellikle kamu düzenini bozmak için yürüyüş yapmak istiyorum! Genel ahlaka ne demeli, iki art arda gelen tümcenin çelişikliği başlı başına ahlaksızlık değil midir? Buyrun sayın Thoreau, bahsettiğiniz ahlaklı insanlardan oluşan kurumların gücü ele geçirdiğinde yaptığı şey tarih boyunca bu değil midir? Kaldı ki kendiniz de “Halkın kendi iradesinin ifazı için seçtiği yönetim şeklinden başka bir şey olmayan devlet de halk daha itaat etmeye fırsat bulamadan istismar edilmeye ve yanlış yola saptırılmaya bir o kadar meyillidir.” demediniz mi yalnızca birkaç sayfa önce. İstismarcı anayasamız bununla da yetinmez üstelik. Hemen ardına: “Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunda gösterilir.” tümcesini ekler. Yani der ki ola ki burada sınırlayamadığımız, unuttuğumuz, şu an aklımıza gelmeyen, başka bir şey varsa şu an düzenleyemediğimiz, onu da kısıtlamak için gerekli düzenlemeleri her an yapabiliriz. Ayrıca şöyle bir söylemsel işlevi vardır ki bu son tümcenin: “Sayın (saygınlıktan değil sözün gelimi) ey vergisini bile kendi özgür iradesi ile ödeyemeyen köylüm! sen kimsin bana karşı gösteri ve yürüyüş düzenleyeceksin! Önce sen mevzuat öğren, kanun öğren, bak ben sana gösterdim nasıl ne zaman nerede ne yapabileceğini, ben olsam nefes dahi alamazsın” der yüce devletimiz!
Yine de devlet ve kapitalizm nezdinde barışçıl eylemlere yönelik korku yersizdir bence. “…eğer özgürlüklerin koruyucu olmayı taahhüt eden bir ülkenin altında biri köleyse (y.n. ki hepimizin şu an köle olduğunu belirtmiştik), koca bir ülke insafsızca istila edilmişse, yabancı bir ordu tarafından ele geçirilmişse ve askeri kanunlara tabi tutulmuşsa, bence dürüst insanların derhal isyan edip devrim yapması gerekir. Bu vazifeyi iyice acil kılan şeyse böylesine istila edilmiş bir ülke bize ait değilken, istila eden ordunun bizim olmasıdır.” der makalede Thoreau. Devrimden bahseder. Devrimler veyahut barışçıl eylemler ancak hükümetleri devirir, kapitalleri zarara uğratır. Hükümetlerin en büyük korkusu devrilmek değil midir? Zarara uğramak zaten kapitalin en kabuslu gecesi değil midir? Değildir! Hiçbir barışçıl eylem devlet düzenini sonlandıramaz, kapitalizmi yerle yeksan edemez bence. Bu sebeple ancak bireylerin daha fazla nefes alabilmesi için yalvarması gibidir devlet ve kapitalizmin gözünde barışçıl eylem, başlı başına kapital ve devlet için can sıkıcı olmasının da yegane sebebidir, birey olarak nefes almak! Nefes almak özgürce bir eylemdir. Ama özgürlüğün tamamı değildir, bu sebeple nefes almak olmamalı tek gaye, özgürce yaşayabilmek gerekir.
Özgürce yaşamak için yapılması gereken açıktır: kapitali ve onun silahlı koruması devleti tamamen ortadan kaldırmak, silahla, iş makineleriyle, en ufak çöpü kalmayacak şekilde yıkmak. İşte ayrıldığımız nokta budur, Henry David Thoreau “En iyi hükümet hiç hükmetmeyendir.” demiştir, birkaç sayfa sonra eklemiştir “Ben devletin derhal ortadan kalkmasını değil, derhal daha iyi bir devlet kurulmasını isterim.”. Oysa daha iyi bir devlet mümkün değildir, mümkün olan devletlerin hiçbiri iyi olması söz konusu olmayacak, iyi gibi görünen henüz gücü nasıl yağmalamayı öğrenememiş iktidar gruplarınındır. Bir grubun gücü kullanmayı öğrenip, yolsuzlaşmasına beklemek yersizdir. Bu sebeple:
En iyi hükümet, hiç var olma şansı olmayan hükümettir!