İmamoğlu Hakkında


İmamoğlu’nun diplomasının iptali ile başlayan süreçler hakkında herkesin çok sağduyulu olmasından mütevellit görünen lüzumden dolayı kaleme alınmış bir yazı olacak. Başlarken şunun çok sıkıcı olduğunu belirtmek isterim, önce medya (sosyal medya, televizyon gazete ya da troller fark etmeden, ki zaten hepsi aynı şey olduğunu bilerek) bir şeyler işaret ediyor, bu işaret ettiği şeyler hakkında günlerce konuşulup, olurdu olmazdı, saçmaydı değildi derken sonrasında bir şekilde düğmeye basılıp o şeyler gerçekleştiriliyor. Ki konuşulan şeyler de hayatın hiçbir yerinde mantıklı olmayacak, mantıklı olmadığı için karşı argümanlar üretilmeyecek bir çamur bataklığından ibaret. Önce bu medya-düğme döngüsünün iktidar tarafından yoklama, alıştırma gibi niyetlerle satın alınmış insanlar olduğunu bilsek de devletin bir takım rastgele kahve mehabeti yapan insanların güdümünde devlet yönettiği görüntüsünün, yaşanmaz olan hayatımızı iyice yaşanmaz bir hale sokuyor. George Orwell’un 1984’üne çok atıf yapılıyor ama en azından oradaki “Big Brother” bir sistematik, akılcı bir tiranlığın ürünüydü. Bizim tiranlığımızın dayılar, dedeler olması oldukça can sıkıcı. Neyse biz kendi goygoyumuza dönelim:

Diploma ile ilgili mesele

Öncelikle diploma konusundan başlayalım. Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilmesi önemsiz bir karar. Hatta diplomasının iptal edildiği filan yok. Alınan bir belge, bir yeterlilik keyfi bir şekilde şöyleydi, böyleydi denilerek iptal edilemez. Yeterliliğin iptal edilmesinin bazı şartları vardır ki bu zaten kendinden menkul olan yeterliliğin elde edilmesi ile ilgili şartları yerine getirmemiş olmakla, yani aslında yeterli olmamakla ilgilidir.

Öncelikle bizim ülkemizde saçma bir şekilde merkezi sınavlara olan muhteşem bir saygı var. KPSS, ALES, YDS, LGS, YGS neyse… Bu bir üniversiteye ya da işe alım için bir ön şart olarak koyulmasında herhangi bir mahsur yok, ama bu sınavların yeterlilik getirdiğine dair kanı ülkenin sosyo-ekonomik statüsü ne olursa olsun her kesimde büyük çoğunlukla kabul edilen çok saçma bir yanılgı. KPSS puanına dayanarak bir işe girmek ülkemizde legalitesi çok yüksek. Ama herhangi bir memurun, sağlık teknikerinin, sosyal çalışmacının, katibin, öğretmenin mesleğinin fark etmeksizin hepsinin aynı saçma sınava girmesi ile farklı işlere başvurabiliyor olması başlı başlına sorun. Ayrıca sınavda sorduğu sorular da matematik, türkçe yazım kuralları, hiçbir kültürel geçerliği olmayan genel kültür kısmı… Bahsi geçen konular da ilköğretimden liseye öğrenilen, bir türlü revize edilmeyi başaramamış, aşırı akademik bir tonda ama üniversitenin konumlandığı şeylerin tam karşısında, ezberci salak saçma konular. Bu topraklarda yetişen bir gencin hayatının ortalama 25 yılı, hayatını bu sınavlardan geçip, bunların tek hikmet gibi gören geri zekalıların yaptığı sınavlar ile boşa geçiyor. Çok net bir şey var KPSS’den alınan puanlar, ÖSYM sınavlarından alınan puanlar herhangi bir şey için yeterlilik değildir! Evet bu sınavlar bazı şeyleri seçer, psikoloji terimi olan genel zeka dediğimiz şeyi seçiyor olabilir, ancak bunların hepsi tartışmalı. Biz insanlardan oturup disiplinli bir şekilde, oturup bir takım bilgileri öğrenmesini talep ediyoruz ki burada öğrenilen bilgilerin içeriğiyle ilgili bir sorun yok, öğrenmekle ilgili bir sorun yok, bu bilgilerin güncel olmaması ya da iktidarın (sadece hükümet anlamında değil) belirlediği bilgi olması vesaire tartışılabilir şeyler olmakla ilgili yine kabul edilebilir. Ancak sorun olan şu ki herkesin aynı bilgiyi edinip, o bilginin uygulaması kabul edilen saçma testleri tekrar tekrar tekrar, tekrar etmemiz. Yani herhangi bir devlet kurumuna örneğin diyelim ki hastaneye hemşire alınacak, yıllardır başka bir yerde hemşire olarak çalışmış, hastalardan hep kendine iyi söz ettirmiş birini, KPSS puanı 10 olsa da almam gerekir, KPSS puanı 90 olan başka bir aday olsa da. Zaten gidip herhangi bir firmaya ben KPSS’den 90 aldım beni işe alın dediğinizde göreceğiz tarife, bu sınavların ne kadar saçma olduğunu gösterir. Bu şekilde gülünecek halimiz, ömrümüzün ta kendisi oluyor. Boşa geçen bomboş bir iş gücü kaybı! Başlangıçta sıkıcı dememin sebebi tam olarak bu. Ben devlete, hükümete ya da iktidara “Ulan benim hayatımı bu gerizekalı uygulamalarla çalmayı bırak! Beni yeterlilik bahanesiyle disipline itmeye çalışma!” diye bağırıp yürümek istiyorum, ama sayın devletimiz bize uğraşacak daha da saçma şeyler bulması hakkında eline su dökülmeyecek bir gayrete sahip.

Şimdi gelelim bu bir yerlere girişlerde ilk adım olan sınavların saçmalığından Ekrem İmamoğlu’nun diploması meselesine. Dünyanın çeşitli ülkelerinde üniversitelerin eğitimini almak için çeşitli yeterlilik ölçütleri mevcut. Mesela İspanya, Çin, İran’da bizim gibi merkezi sınav sistemi mevcut. İngiltere’de her kurum kendi belirler, mesela Japonya’da bizim gibi merkezi sınav sisteminin üzerine üniversiteler kendileri öğrenci seçerken ikinci bir sınavı daha yaparlar. Amerika’da lise notları, başvuruda toplanan referanslar, yine bazı ülke genelinde yapılan SAT gibi sınavlar etkilidir. Almanya, Norveç, Avusturya gibi ülkelerde lise notlarının büyük önemi bulunmaktadır. Hollanda’da ise lise mezunu olmak yeterlidir. Eğer kontenjan dolarsa o zaman lise notları ile belirlenir. Bazı ülkelerde yeterlilikten çok banka hesabınızla ilgili bir yeterlilik söz konusudur, ancak genellikle bu üniversitelerin diploması haftasonu alınmış sertifika programından farklı muamele görmez. İmamoğlu ile ilgili İstanbul Üniversitesine geçişi ile ilgili bir karar söz konusu, bunun yasal olup olmadığı ile ilgili kısıma gelelim. Bu tür bir geçişin yasal olmaması için herhangi birinin üniversitede çalışanları tehdit ederek kabul ettirmiş olması (ki Amerika’da biyoloji okuyup, ülkemizde tıpa geçen birilerinde olduğu gibi), belgede sahtecilik yapması gibi şeyler gerekiyor. Ki bu durumlarda bile eğer kişi o üniversitenin lisans bölümünü bitirip, bölümün lisans gerekliliklerini sağlamışsa bence diploması geçerlidir. Bence kısmının ötesinde de emsal kararlar mevcut. Ki zaten geçerlilik dediğimiz şey yeterliliğin bir sonucudur. Bildiğimiz kadarıyla İmamoğlu meselesinde bunlar yok, sadece idare bir hata yaptı mı acaba şeklinde bir soru söz konusu, bu da hiç önemli değil. Bir üniversitenin lisans mezunu olabilmenin temel şartı, lisansın belirlediği yeterlilikleri sağlamaktır. Bir kişinin lisansının iptal edilmesinin kim olursa olsun, tek şartı da bu yeterlilikleri sağlamadığı halde, söz gelimi sınavlarda kopya çekmek, derslere katılmadığı halde katılmış gibi göstermek, yeterlilik için gerekli projeyi başkasına yaptırmak gibi sebepler olabilir. Bunun haricinde bir kişi bir lisans bölümüne kabul aldıysa, bunun hangi şartla olduğunun hiçbir önemi yok, isterse ayağı takılıp bölümün içine düşmüş ve üniversitece kabul edilmiş olsun, lisansın bölümün gerekliliklerini sağlayabiliyorsa diploma için hak kazanır. Bu bakımdan İmamoğlu’nun diploması ile ilgili goygoylar tamamen anlamsız.

Bunun haricinde diploma meselesi de anlamsız, modern dünyanın kurucuların elitlerinin getirdiği bir düşünce biçiminin yansıması, sınıf ayrımın legaliteye oturtulmasının bir ayağı. Zaten diploma alt sınıflar tarafından yaygınlaştıkça öneminin yitişini izlemedik mi son birkaç on yılda? Diploma göstermelik bir kağıt parçasından ibaret. Eğer bir konuda bir kişinin yeterliliği varsa onun bir kurum tarafından bir belge ile tasdiklenmesine gerek yoktur. Aksi gülünç bir şey, mesela Bill Gates ülkemizde olsaydı, Microsoft’a kayyum atar mıydık? Liyakatin belirlenmesinde diploma ayırmayı kolaylaştıran bir faktördür, ancak liyakatin belirleyicisi değidlir. Bu bakımdan Erdoğan’ın da diplomasının olması ya da olmaması ülkeyi yönetmesi ile ilgili belirleyici değil, olmadı zaten. Diploma konusunda Erdoğan ile ilgili tartışılılması veya itiraz edilmesi gereken şey, hukuku tanımaması. Ülkeyi yönetmekle ilgili beceriksizliği de üniversite eğitimi almamış olmasından kaynaklanmıyor zaten, bir diploması olsaydı da çok fazla şey değişmeyecekti.

Bu konuyu kapatırken, “Bir diplomasızın inadı yüzünden ülkenin geldiği duruma bak.” gibi bir serzenişte bulunursam bence cumhurbaşkanına hakaretten ceza alınırım. Sanıyorum bu biraz durumu özetliyor.

Tutuklanması, yolsuzluk, örgüt liderliği, terörü destekleme ilgili mesele

Son 25 yılda yargı o kadar boktan bir hale geldi ki, adalet ile ilgili hissiyatımız her gün mezarında ters dönüyor. Normal bir ülkede “Aa bir belediye başkanı yolsuzluğa karışmış, vah vah!” şeklinde izleyeceğimiz bir dava; mahkeme kararlarını tanımamasıyla protesto edilen hükümetçe “yargı bağımsızdır” goygoyu ile savunulmak zorunda kalıyor. Avukat, yargı, savcı cübbelerini halihazırda kendileri giydiklerinden, yargının bağımsız olmadığı bütün çıplaklığı ile ortada. Bunu tartışmaya gerek yok, AKP’li seçmen de bunu biliyor. Zaten onlar da yargı bağımsızdır demek yerine, türbenin elinde elini arkaya bağlayıp durursan o elini götüne sokarlar filan diyor sadece. Oh iyi olducuları ciddiye almaya gerek yok, her ne kadar bütün TV kanallarında sabah akşam şöyle iddialar varmış böyle para yemişler gibi şeyler konuşulsa da bunlar sadece seçmenin içini rahatlamak. Kendi seçmeni de farkında olup, sadece sahip olmadan desteklediği, taraftarı olduğu gücün verdiği rövanşist zevkle devam ediyor sadece.

Bu konuda konuşulacak tek şey var: Halkın tepkisi ne olmalı? CHP halihazırda mevcut yasal zeminde bir güç odağı olarak siyasi bir parti. Barışçıl ve yasal eylemler ve protestolar haricinde yapacağı yönlendirebileceği pek bir seçenek yok. Eyleme katılan ciddi bir kitleyi de tatmin etmiyor bu durum, ancak bunu CHP’den beklemek, sistemin içindeki bir siyasi parti olduğunu gözden kaçırmak anlamına geliyor.

Barışçıl eylem konusunda bir ara felsefe alt başlığında yazmayı düşünüyorum, ancak güncel olaylar çerçevesinde: iki taraf söz konusu, iki tarafın birbirine zıt istekleri var. Halihazırda gücü elinde tutanın istekleri yapılıyor, güçlü olanın barışçıl bir tavıra taviz vermesi için bir seçenek yok. Zaten bugün itibariyle özellikle yargıya güvenin şeklinde üstlerinden atmalarının tek sebebi, eylemlerin “barışçıl” olmama sınırında kalıyor olması. Ülkede muhalif mahallelerce takip edilen kişilerce de itidalli olunması, barışçıl demokratik protesto haklarının kullanılması gibi telkinler geliyor. Şimdiye kadar tarihte hangi hak, barışçıl protestolarla elde edildi? Barışçıl protesto dediğimiz şey bile kendisi zaten bir tehdit unsuru. Sizi korumak için değil iktidarı sizden korumak için karşınızda silahla duran polis mevcudiyeti varken barıştan kim söz edebilir? Biz bazen unutuyoruz. Devlet sosyolojik karmaşık, devasa bir yapı/organizma. Halk ile var olan. Halkı oluşturan insanların mutabakatı ile hareket edebilen. Devlete şiddet kullanma yetkisini, polisini ve askerini biz veriyoruz. Kendini koruması için değil, halkı koruması için. Ancak gücün olduğu her yerde olduğu gibi bazı sınıflar bu oluşturulmuş organizmayı kendi çıkarına yozlaştırmaya heveslidir. Muktedirdir.

Şu an Türkiye’de devlet yozlaşmıştır. Ekrem İmamoğlu benim belediye başkanım değil, zaten İstanbul’da da yaşamıyorum. Ekrem İmamoğlu’nu da CHP’yi de kendime politik açıdan da yakın bulmuyorum. Ancak benim sorunum rejimledir. Keyfi yönetilen, gücü istediği gibi kullanan. Bu protestolara katılan bir çok vatandaş da aynı fikirde olduğunu düşünüyorum. Aslında biz AKP hükümetine karşı değil, saray rejimine karşı eylem yapıyoruz. Tek adam diktatörlüğünü devirmek istiyoruz. Bu da barışçıl eylemlerle olabilecek bir şey olduğunu düşünmüyorum.

Zaten ne oldu ya da ne olacak eylem yapınca? İktidar; seçime gitmeyecek, tutukluları aman efendim siz böyle akşamları beraber takılmayın ben hata yaptım diyerek salmayacak kadar güçlü. Medya organları elinde, yargı elinde, polis ve asker elinde. Güçler ayrılığın esamesi okunmuyor. Bu eylemlerin bir noktada şiddete dönmesi kaçınılmaz. Çatışmanın gerçekleşmemesi için tek olasılık var o da protesto edenlerin bir yerde vazgeçmesi, var olan şartların kabul edilerek, boyun eğilmesi. Normalleştirme dediğimiz şey boyun eğmektir. Bunun haricinde eylemlerde şiddet dozunun düşük olduğu bu günlerde olduğu gibi geniş çaplı olduğu durum sürdürüldüğünde, iktidar eylemleri illegal kılmak için, söylem alanını yeniden kendi egemenliği doğrultusunda şekillendirmek için kendisi şiddeti başlatan taraf olacak. Yasaklayacak, zor kullanacak. Eğer gerçekten muhalif parti ve kesimlerce uzun maratonlu bir şekilde şu anki eylemler korunabilirse, iktidar şiddete başvurduğunda söylemsel alanda kararlı olması ancak kendisini marjinal olmaktan kurtarır, başka bir yolu yok. Ancak Türkiye’deki protestolar aman yüce devletimize zeval gelmesin, polisime taş atılmasın, vatan hainliği yaftalaması noktasında çok kolay tuzağa çekiliyor. Hayır diyeceğiz! Devlete zeval gelebilir, çünkü onu oluşturan benim. Devlet benim ve benim malım! İstersem yakarım, yıkarım ve yeniden kurarım! Hayır diyeceğiz! Polis var olan şiddet gücünü benden almakta, şiddetin asıl sahibi benim. Onu verdiğim gibi alırım! Hayır diyeceğiz! Vatan hainliği söz konusu olamaz, bu vatan benim!

İşte tam bu noktada ben umutsuz olmaya başlıyorum. Ülkemizde tarihsel olarak tepeden inme devrimler, reformlar gerçekleştirildiği, bütün halk ayaklanmaları şiddetle bastırılıp, tarihsel açıdan “Kötü”nün yanında konumlandırıldığı için, aslında çok normal olan iki sosyolojik organizmanın, halk ve devletin çarpışması durumunda halk bir anda çok güçsüz konumlanıyor. Örneğin Fransa baldırı çıplakların isyanıyla, bütün güç temsillerin hatta devrimin kendi çocukların bile kanında sulanarak kurulduğu için eylem ve protestoyu bununla birlikte gelen şiddeti vatan hainliği ile yaftalamıyor. Sarı yelekliler isyanını hatırlayın, Fransa’nın çok karıştığı yönündeki söylemlere cevabı: “Bu Fransa!” oldu ülkenin. Ya da olimpiyatlarda aynı mesajı vermekten hiç çekinmedi, “Evet bizim kraliçemiz kelle koltukta! Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik! Bu Fransa!” dedi. Biz ise celali isyanları Osmanlı’nın önünde tuğla olarak devletin tarih derslerinde, 80 darbesini demokrasi gömleği büyük geldi diyerek devletin diliyle konuşuyoruz. O yüzden bu ülkede bir şeyi istemediğinde sana sunulan tek seçenek istemesen de kabul edeceksin oluyor. Böyle şey olabilir mi? Barışçıl eylemmiş! Sonu belli bir tiyatro oyunu:

Halk: Diktatörlük istemiyorum.
Dikta: Tamam şurada bunu protesto et.
Halk: Diktatörlük istemiyorum!
Dikta: Sesin çok çıkmaya başladı ben protesto etmeni yasaklıyorum.

Eğer sonraki adım atılmazsa ki atılmamış oluyor genellikle, çünkü diktanın son yasağından sonra, yasağa uymayanlar yasaya uymamış olarak yaftalanıyor, hiçbir kazanım olmadan sopa yediğimizle kalıyoruz. Artık devletin sopasından bıkmadık mı? Hayır diyemiyoruz, senin koyduğun yasak, yasa değildir! Yasayı ben tayin ederim. Antigone bile daha kararlı yürüyor krala karşı, biz bir türlü beceremiyoruz.